19 Nisan 2020 Pazar

Altına Hücum! Abebe Bilika’nın Muhteşem Hikayesi




 


Sıcak toprak ayağını yakıyordu ve kabaran yaraların açıklıklarından giren hava, onmaz bir acıya sebebiyet veriyordu. Üzerine giydiği milli formanın ağırlığı, vücuduna yapışan her bir ter damlasıyla daha da bir ağırlaşıyordu. Gözlerini ufuk çizgisine dikti. Bir zamanlar ülkesi sömürge halinde iken, vatan toprağından kaçırılan dikili taş, bitiş çizgisinin tam dibinde, dik yamacın eteklerinde duruyordu. Son iki kilometreyi daha yüksek hızla geçmesi gerekiyordu, ki yıllardır kendisini bu olimpiyata hazırlayan Norveçli antrenör öyle söylemişti. Sakince, nefesini ve adımlarını sayarak hızlanmaya başladı. Sanki, Tanrı bunu duymuş gibiydi ki, ılık bir rüzgar arkasına geçti. 2 saati aşkın süredir önde koşan ve yarışmanın favorisi olan Faslı koşucular, atılan depara karşılık veremedi. Ve yıllar önce atalarından kaçırılan dikili taşa, ‘’kaçakçıların’’ ülkesinde ilk varıp sarılan o oldu. Adını bilmedikleri ve yarışı en önde bitiren ve sanki bir 10 kilometre daha koşabilirmişçesine yavaşça nefes alan, herkesi şoka uğratmıştı. Anons mikrofonundan ismi söylenince, stadyumu dolduran kalabalık ufak bir tereddütten hemen sonra ellerini kanatırcasına alkışlamaya başladı.




Yukarıdaki hikayenin kahramanı, 1960 Roma Olimpiyalarından birinci gelerek, Olimpiyat tarihinde şampiyonluk yaşayan ilk siyahi olan Etiyopyalı Abebe Bikila’dan başkası değil. Zamanında eline ulaşmadığı için, Adidas marka spor ayakkabıları reddederek, yarışmaya yalın ayak başlayan ve dünya rekorunu tam 8 dakika ile egale eden Bikila. Aslında kendi ülkesinde antremanları yalın ayak yapardı ve bu yüzden nasırlaşmış ve yara bağlamış ayağı bir spor ayakkabının içerisinde daha çok rahatsız oluyordu. Çıplak ayak yarışmayı istediğini söyleyince, antrenöründen aldığı cevap şu oldu: İstersen, takım elbiseyle de çıkabilirsin. 

                                                  

Aslında yarışmanın favorilerinden biri değildi. Hatta ilk etapta Olimpiyat kadrosuna seçilmemiş, fakat birinci koşucu ayağını sakatlayınca, Bilika arka sıralardan kendine bir yer bulmuştu. Kendisine inanıyordu fakat favori olma iddasınının olmamasından dolayı, sakince yarıştı ve bitime 2 kilometre kala attığı depara, Faslı koşucu cevap veremeyince, ilk kez bir siyahi atlet kupaya uzandı.

Pek çoğunun bilmediği üzere Roma ile özel bir ilişkisi vardı. Doğduğu yıl olan 1932 ve sonrasında, ülkesi Etiyopya bir süre Mussolini’nin işgali altında kalmıştı. Yapılan haksızlıklar, adam kaçırmalar, işkence ve haksız ölümler bir yana, Kara Kıta’nın bir çok tarihi zengiliği İtalya eliyle talan edilmişti. İşte, 1960 Roma Olimpiyatları’nın simgesi olan dikili taş da, Etiyopya’dan kaçırılanlardan sadece bir tanesiydi. 

                                   

Genç yaşta, okulunu yarıda bırakan Bilika, ailesine destek olmak için orduya katıldı. O sıralar, ülkesine  Miskanen isimli, bu işin profesörü sayılan Norveçli bir antrenör getiren İmparator, atletizmin ruhunu ülkesine taşımıştı. Çok çalışan ve azmi ile antrenörün dikkatini çeken Bilika, Olimpiyat Takımı’na ilk etapta seçilemese de, takımın favorisi gösterilen Wami Bratu’nun, koşudan iki ay önce yaptığı bir futbol maçında sakatlanmasıyla, takıma girme şansı buldu. Artık ülkesinin adını, onun getireceği şampiyonlukla herkes öğrenecekti.

                                          

Fakat arkasına aldığı rüzgar henüz dinmemiş olacak ki, müthiş bir azim gösteren ve bugün bu özelliği hala okullarda örnek olarak gösterilen Bilika, 1964 Tokyo Olimpiyatları’nda da birincilik aldı. Oysa yarışmadan hemen 2 ay öncesinde apandisit ameliyatı olmuştu. Doktorlar yarışmasını sakıncalı bulurken O, kendi rekorunu da 3 dakika ile egale ederek, maratonu önde tamamlamayı başardı. Bu zaferle beraber, ardı ardına iki kez şampiyon olan ilk atlet ünvanını da kazanmış oldu.

                                     

İlerleyen seneler ise Bilika için çok iyi geçmedi. O kendisine ‘’ Rüzgarın Oğlu’ derdi ve bunu kanıtlamak için herkesten daha çok çalışması gerektiğini biliyordu. Ona göre şampiyonluk, kendi işini daha da zorlaştırıyordu. Fakat çok hazin bir şekilde, bir sonraki Meksika Olimpiyatları sırasındaki koşu sırasında sakatlandı. Kaval kemiğinde yaşadığı problem, antremanlarda onu çok zorlasa da, daha çok özveri göstermesi gerektiğini biliyordu.  Ama kader verdiklerini bazen haksızca da olsa geri alır. Roma Olimpiyatları sonrasında İmparator’un kendisine bağışladığı Volkswagen marka arabasıyla geçirdiği kaza sonucu, bir ayağını kaybetti. Aslında kazadan tam bir gün sonra bulunmuştu ve yoğun kan kaybı ona bir ayağa mal olmuştu. Bütün hayatı koşu olan bir sporcu için şüphesiz ki, yaşanan bu olay felaketlerin en büyüğü idi. Bilika, okçulukla uğraşmaya başladı fakat  kazadan dolayı kendini asla affetmedi ve yoğun stresten kaynaklı olarak meydana gelen beyin kanaması sonucu, 1973 senesinde hayata gözlerini yumdu. Yarışmacı olarak katılamadığı 1972 Olimpiyatları ve birçok başka spor yarışmasına onur konuğu olarak katıldı. Siyah koca puntolar onun adını insanlık ve spor tarihine altın harflerle yazdılar. Abebe Bilika, Avrupa sömürgesi altında yaşayan Afrika halkları için umudun adı oldu.


                                           


Kaynak




14 Nisan 2020 Salı

Uygunsuz Gerçek: 66 Dünya Kupası’nda Kuzey Kore Şoku






Futbolda bazı büyük olaylar vardır ki, üzerinden yıllar geçse de tarihin tozlu raflarından er ya da geç önümüze düşerler. 1966 Dünya Kupası’nda da tam buna benzer bir olay yaşandı. Kupayı tarihinde ilk ve son kez kaldıran İngiltere’nin başarısını bile gölgede bırakan bu hadisenin kahramanları, Kuzey Kore’nin adı sanı daha önce duyulmamış futbolcularından başkası değildi. Dünya kamuoyunu şaşkına uğratan bu küçük adamlar, olayın üzerine perde çekmeye çalışanların emeklerini her defasında boşa çıkaracak bir başarıyı elde ettiler. Bu yazımızda kupanın favorilerinden İtalya’yı yenerek turnuva dışına atan Kuzey Kore’nin çeyrek finale kadar uzanan hikayesini anlatacağız.

                                       

1966 senesi, çok kutuplu dünyanın politik olarak epey sancılı geçtiği bir seneydi. Bir yanda SSCB ve Doğu’nun yükselen yıldızı Çin, diğer tarafta ise başta ABD olmak üzere Avrupalı kapitalist ülkeler. Bu iki kutup arasındaki sürtüşmeler sırasında irili ufaklı ülkeler tarih sahnesine eklenmişlerdi. 1950-53 arası, Güney Doğu Asya’nın güzel ülkesi Kore, kardeşler arası bir savaşın sonunda Güney Ve Kuzey Kore olarak ikiye ayrılmıştı. Güney Kore, Amerika Birleşik Devletleri’nin koruması altına alınırken, Kuzey Kore, Çin’in başı çektiği Doğu Bloku’na yanaştı. Daha sonrasında ise dünyanın geri kalanı tarafından yoğun bir yaptırım sürecine tabi tutuldu. 



                                                 

66 senesi Dünya Kupası organizasyonu İngiltere’ye verildiğinde, Kuzey Kore Milli Takımı'nın turnuvaya katılacağını pek az insan biliyordu. Fakat uluslar arası turnuvalardan henüz men edilmemiş olan Komünist ülke, irili ufaklı birçok Afrika ve Asya ülkesinin çekişmesine sahne olan mücadelenin grup maçlarının sonunda Avustralya’yı da eleyerek turnuvaya katılma hakkını elde etti. Kupaya katılmalarına ihtimal bile verilmeyen Korelilerin bu beklenmedik başarısı kafaları epey karıştırmıştı. Turnuvaya katılıp  katılmamaları konusundaki tartışmalar sonucunda, milli marşlarının okunmaması şartıyla Kuzey Kore Milli Takımı oyuncuları turnuvada boy gösterebildiler.
Diğer yanda İtalyanlar, Dünya Kupası öncesi grup maçlarında müthiş bir performans ortaya koyarak turnuvanın en büyük favorisi olduklarını göstermişlerdi. Polonya ve Bulgaristan’ı 6-1 lik skorla geçen Mavi Beyazlılar, Meksika’yı beş , İskoçya’yı ise 3 golle geçerek İngiltere biletini kapmıştı. Diğer yandan Torino, Inter ve Milan gibi kulüpler, Avrupa Kulüpler Kupası’na ambargo koymuşlardı. Fakat İtalyanlar kupaya gelirken, kondisyon ve mücadele hırslarını evde unutmuşlardı.

                                                     

Kuralar sonunda 4. Grup’ta Kuzey Kore, Şili ve SSCB ile aynı gruba düştüler. İlk maçta Şili karşısında epey zorlansalar da maçı 2-0 almayı başardılar. Fakat 4. Grubun diğer favori ekibi Sovyetler karşısında 1-0'lık skorla yenik düşmekten kurtulamadılar. Bu iki maçta gösterdikleri performans otoriteler tarafından ciddi biçimde eleştirildi. Sovyetlerin ardından grup ikincisi olarak çıkacaklarına kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat Kuzey Koreli oyuncular, yoğun protestolar altında yaptıkları antremanlarda İtalya’ya bir sürpriz planlıyorlardı. Sovyetler karşısında aldıkları 3-0’lık yenilginin ardından Şili ile berabere kaldılar fakat bu bile kimsenin dikkatini çekmedi.

19 Temmuz günü, Ayresome Park stadını dolduran binlerce İtalyan şimdiden bir üst turda karşılarına çıkacak muhtemel rakiplerini tartışıyorlardı. Çizme ekibinin ve Bologna’nın gol makinesi Giacomo Bulgarelli, sakatlık riskine rağmen teknik direktör Edmondo Fabbri tarafından sahaya sürülmüştü. 
Saatler 19:30’u gösterdiğinde, tarih boyunca unutulmayacak maçın başlama düdüğü çaldı. İtalyanlar, Akdeniz ikliminden henüz çıkmamışlardı belli ki. Rakip üstüne gidilen nadir anlar ve düzenlenen irili ufaklı ataklar pek gol getireceğe benzemiyordu. Kuzey Kore’de ise ayrı bir oyun tarzı gözleniyordu. Futbol estetiğine dair bahse değer bir oyunları olmasa da, rakiplerine karşı bitmek tükenmez enerjileri ile tam saha pres uyguluyorlardı. Fakat ilk yarının bitimine dakikalar kala hiç beklenmedik bir şey oldu ve o zamana kadar adını kimsenin duymadığı, Moranbong Club’ün 24 yaşındaki orta alan oyuncusu Yong-Won Ha, altı pasta buluştuğu meşin yuvarlağı ağlarla buluşturdu. Elbette kimse bunun bir gol olduğuna inanmadı. Kaleci Enrico Albertosi dahi buna ihtimal vermiyor olacak ki, yavaşça çizgiyi geçen topu takip etme zahmetini göstermedi. Tüm stat ölüm sessizliğine bürünmüştü. İlk yarı bitmeden gelen bu gol, hakemi dahi orta alanı göstermesi gereken anda tereddüte düşürmüştü. Fakat Kuzey Koreli küçük adamlar, kupanın favorisi İtalya karşısında öne geçmişlerdi bile. 

                                          

İkinci devre, İtalya’nın tek kale oynadığı bir 45 dakika gibi görünse de, Koreli futbolcular öylesine hırsla mücadele ediyorlardı ki, rakiplerine oyun kuracakları boş alanı vermemek için ölesiye koşuyorlardı. İkinci yarıyı bitiren düdük çalındığında, saha içerisinde zıplayarak koşan ve birbirine sarılan galip takım oyuncuları dışında herkes şok içerisindeydi. Maç sonucu öylesine şaşırtıcı idi ki, haberi alan ajanslar, herhalde sonuçlar yanlış iletildi diye maçı İtalya lehine 1-0 verdiler. Hatta bir İtalyan ajansı, maç sonucunu 10-0 olarak aktardı. Yapılan yanlış haberler ancak ertesi gün düzeltilebildiler. Kuzey Kore, bu skorla beraber bir üst tura yükselerek, Portekiz’in rakibi oldu. Bu maçı 5-3’lük bir skorla kaybetmiş olsalar da, onlar bu organizasyonun en çok konuşulan isimleri oldular. Hatta ilk geldikleri gün ıslıklarla karşıladıkları Korelileri, Portekiz maçında 3 bin kişilik bir İngiliz taraftar grubu destekledi. Tarihe geçen bu maçın hikayesini de, ilerleyen günlerde sizlerle paylaşacağız.

  
                                            

Koreliler, tarihlerinde ilk kez katıldıkları Dünya Kupası’nda elde ettikleri bu başarılarla futbolseverlerin büyük sempatisini kazandılar. Kendi ülkelerine vardıklarında ise, kahramanlar gibi karşılandılar. Onlar, 13 sene önce topraklarına izinsiz giren Büyük Biraderler’e, böylece unutamayacakları bir çelme takmış oldular.





Kaynak

https://www.mirror.co.uk/sport/row-zed/9-surprising-facts-1966-world-3639077

https://www.yorkshirepost.co.uk/sport/football/golden-anniversary-when-pak-doo-iks-strike-shook-world-1794850

https://footballia.net/competitions/world-cup/tournaments/world-cup-1966

http://www.fifamuseum.com/stories/blog/making-history-korea-dpr-shock-italy-and-the-world-2610765/

9 Nisan 2020 Perşembe

Kağıt Adam Nazilere Karşı




Kağıt Adam Nazilere Karşı




1930 ların sonuna doğru , Naziler tüm Avrupa’yı tank ve tüfeklerle işgal etmeye yeltenmeden önce, Avusturya’nın başkenti Viyana’nın dışarıya kahve kokusu taşan gösterişli kafeleri, halinden memnun insanlarla doluydu.  Henüz 20 sene öncesine kadar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başkenti olan bu şehir, o zamanlardaki ihtişamından pek bir şey kaybetmiş sayılmazdı. Fakat 20 sene öncesinden farklı olarak, insanlar arasında bambaşka bir şey konuşulur olmuştu; FUTBOL. Özellikle Milli takım bazında diğer Avrupa ülkelerine karşı elde edilen zaferler, meşin yuvarlağı ülke çapında epey popüler kılmıştı. Elbette her ülkede olduğu gibi Avusturya'da büyük futbolcular yetişti. Bugün sizlere, oynadığı futbolla herkesin gönlünü kazanmış, fakat bu dünyadan çok zamansız ve trajik bir şekilde göç etmiş, Nazilere karşı koyan bir futbol sihirbazından, Matthias Sindelar’dan bahsedeceğiz. 

                                             

Matthias Sindelar, nam-ı diğer Kağıt Adam, o zamanlar Avrupa’nın güçlü ekiplerinden biri olan Hertha Wien’de başladığı futbol serüvenini daha sonra Austria Wien forması altında ömrünün sonuna kadar devam ettirdi. Altın sarısı kıvırcık saçları ve uzun narin vücuduyla, futbol gibi sert bir oyun için pek naif göründüğünden, kendisine Der Papierene, yani ‘’ Kağıt Adam’’ denirdi. Onun için rakiplerinden gelen sert müdaheleler, ortalama bir oyuncuya göre daha zorlayıcı olsa da, üstün oyun yeteneği ve zekası ile sahada harikalar yaratıyordu. Avrupa kulüpleriyle oynanan maçlarda önce Inter, üç yıl sonra da Sparta Prag’ı deviren ekipte başrolde Matthias Sindelar vardı. Milli takım formasıyla çıktığı 43 maçta 27 gol atarak önemli bir rekora imza atmıştı. 1934 yılında İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası yarı finalinde, ‘’ Kağıt Adam’’, İtalyan kaleci Luis Monti’yi geçemeyince Avusturya Milli Takımı finali görememişti. Kimisi ona, futbolun İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki Pele’si gözüyle bakarken, başkaları ona ‘’ Futbolun Mozart’ı ’’ lakabını takmıştı.

                                                       
                                                                  Der Papierene

Fakat 1938 senesinde komşuda bir tuhaflıklar oluyordu. Naziler, çılgın ideolojileri ile dünyaya dehşet saçmak üzere ikinci bir büyük savaşın fitilini yakmak üzereydiler. Çok kısa bir süre sonra, aynı dili konuşan güney komşuları Avusturya’yı da işgal ettiler. Hükümet lağvedildi ve yerine Third Reich adına yeni bir yönetim kuruldu. Kraldan daha kralcı olan yeni yönetim, beklenildiği gibi Yahudi futbol takımlarını hemen kapattı ve Yahudi oyuncuların futbol oynamasını yasakladı. Avusturyalı futbolcuların bir kısmı Avrupa’ya taşınırken, geriye kalan oyuncular için çok fazla seçenek kalmamıştı. Bir zamanlar Avrupa arenasında fırtına gibi esen ekibi oluşturan çoğu oyuncu Alman Milli Takımı’na katıldı. Matthias ise ilk gelen teklifi reddetti. Bu olay, Nazilerle Matthias Sindelar arasındaki gerilimi tetikleyen ilk kıvılcımdı.

                                                  

Almanlar için propaganda en önemli şeydi. Futbol ise bunun için güzel bir araçtı. Müttefik devletlerinden olan İngiltere’nin bu oyundaki üstünlüğünü kırmak için Aryanlardan kurulu bir armada takım yaratmak istiyorlardı. İşgal ettikleri ülkelerin en gözde takımlarıyla maçlar düzenliyor ve perde arkası siyasi oyunların da desteğiyle bu müsabakaları kazanarak, bölge insanlarının gözünde güçlerini pekiştiriyorlardı. Aynı amaçla, Avusturya Milli Takımı ile bir dostluk maçı ayarlandı. Ostmarck ve Altreich arasında nisan ayında oynanacak karşılaşmadan önce, Avusturyalı oyuncular bu gösteri maçını kaybetmeleri hususunda ‘’ özenle ‘’ uyarıldılar. Fakat Vienna Prater Stadium’da o gün apayrı bir coşku vardı. Naziler tarafından yoğun baskı ve şiddet gören Avusturya halkı, maçı izlemek için tribünleri doldurmuştu ve şimdi ‘’Avusturya!! Avusturya!!’’ tezahüratlarıyla sahayı deyim yerindeyse inletiyorlardı. Herhalde oyuncular bu destekten güç almış olacaklar ki, tüm müsabaka boyunca Nazilere karşı üstün bir oyun sergilediler. Özellikle ‘’Kağıt Adam’’ Matthias sahada adeta Waltz yapıyordu ve bu güzel oyunu harikulade bir golle süsledi. Diğer bir suç ortağı, ‘’ Schasti’’ lakabıyla tanınan Karl Sesta ise, 40 metreden gönderdiği füze ile maçın skorunu tayin ediyordu.

                                             
Nazilerin Avusturya'yı İlhakı ( Anschluss )

 Almanlar on binlerce Avusturyalının önünde küçük düşmüştü. Matthias Sindelar ise, Almanlara karşı yapılan tüm müsabakalarda aynı duruşu ve güzel oyununu sergiledi. Fakat henüz maçın ilk senesi dolmadan, Matthias Sindelar ve Yahudi olan kız arkadaşı Camilla Castagnola’nın cansız bedenleri futbolcunun kendi evinde bulundu. Henüz 35 yaşında olan ‘’Kağıt Adam’’ ın ölümü ülkede büyük bir hüzün yarattı. Polis birimleri hiç zaman kaybetmeden ölüm sebebinin ‘’Karbon Monoksit’’ zehirlenmesi olduğunu belirten bir rapor hazırladılar. İki genç aşığın intihar ettiğini iddaa ettiler. Fakat kimse bu açıklamadan ikna olmadı. Çünkü Camilla ve Matthias henüz tanışmışlardı ve hayatlarına bu şekilde son vermeleri için herhangi bir sebep yoktu. Ölüm dosyası hızlıca kapatıldı. Geride kalan Avusturya Milli Takım oyuncuları bir şekilde Alman Milli Takımı’na katıldılar. Hatta Matthias’ı ölüme götüren maçta ki ikinci golü kaydeden Karl Sesta, Alman Milli Takımı’na katıldığında 40 küsur yaşta olduğu için, Nazilerin en yaşlı oyuncusu ünvanını aldı. Fakat tarih kitapları, hep o altın sarısı kıvırcık saçları ve bilgelik sahibi sıska bilekleriyle futbol sahasını Nazilere dar eden,’’ Kağıt Adam’’ı  yazdı ve yazmaya devam edecek.





                                         

                                        Naziler Başkent Viyana Sokaklarında

3 Nisan 2020 Cuma

Busby’in Bebekleri !! 6 Şubat 1958: Münih Uçak Faciası



Busby’in Bebekleri

 6 Şubat Manchester United Uçak Faciası






Seneler  1945’i gösterdiğinde, İngiltere Premier Ligi’nin tozunu atan Liverpool ve Manchester  City takımlarının taraftarı, sezon başında ufak bir sürprizle karşılaştı. Takımlarında daha önce top koşturmuş ve bir önceki sene futbol bırakmış olan Matt Busby adlı savunma oyuncusu, hiç beklenmedik bir şekilde, şehrin diğer önemli ekiplerinden Manchester United’ın başına getirilmişti. Futbolculuk döneminde sıradan bir profil çizen Busby’nin Kırmızı Şeytanlar’ın başına getirilmesi, yıllar sonra İngiliz futbolunda bir milad olarak kabul edilecekti.

Busby, Manchester’ın başına geçtikten sonra, kendini kısa sürede sevdirdi demek belki de eksik kalır. Takım içerisinde sağladığı kontrol, altyapıya verdiği önem, gecesini  gündüzüne katarak hazırladığı raporlar ve’’ iyi futbol, güzel futbol oynamaktır ’’ felsefesi ile sahaya koyduğu oyun anlayışı onu takımın vazgeçilmez lideri yaptı. Uzun yıllar boyunca, birebir olarak ilgilendiği ve hatta okul notlarını dahi kontrol ettiği, altyapıda top koşturan oyuncuları, A takıma kazandırarak, hem Manchester United hem de İngiltere Milli Takımı’na müthiş bir hazine bağışladı. 

          

Yıllar geçtikte gençleşen takım, nihayet harcanan emeklerin meyvesini vermeye başladı. Önce fırtına gibi girdikleri ve Liverpool ile yoğun bir çekişme ile geçilen zorlu 1956 sezonunu şampiyon tamamlayarak dikkatleri üzerine çektiler. Busby deyim yerindeyse, yenilmez bir armada yaratmıştı. Oynadıkları futbol, rakip takımlar dahil, Avrupa futbolunu takip edenleri büyülüyor, takımın genç oluşundan kaynaklı, saha içerisinde gösterdiği bitmez tükenmez enerji, diğer takımların gözünü korkutuyordu. Arkalarına aldıkları rüzgarla, ertesi sezonu da önde tamamlayarak, art arda ikinci şampiyonluklarını aldılar. Bu şampiyonluk, bir önceki sezonu sürpriz olarak değerlendirenlerin aklındaki şüpheleri de ortadan kaldırmış oldu. United artık; sokakta, köşe başını tutan barlarda, ucuz süt için kuyruğa giren işşizler ve çelik fabrikalarında yoğun çalışma saatlerinden sonra çıktıkları ufak molalarda, Manchester şehrinin işçileri arasında da konuşulmaya başlanmıştı. Bu genç ekip, İngiliz futbolu için bir umut olmuştu.

Ve nihayet  1958 senesinde Avrupa sahnesine çıkan Manchester United, saha içindeki azmini ve mücadelesiyle adını Avrupa sokaklarına kadar taşıdı. Avrupa kulüpler Kupası’nda, Yugoslavların güçlü ekibi Crvena Zvezda, yani nam-ı diğer ‘’Kızıl Yıldız’’ ile eşleşen ekip ilk maçı, ortaya koydukları müthiş bir mücadelenin ardından 2-1 önde tamamladı. Avrupa Kupası’ndaki bu zafer, maç öncesi çoğu otorite tarafından favori gösterilmeyen İngiliz oyuncuları daha da ateşledi. İkinci maçta, henüz ilk dakikalarda 3-0 öne geçen takım oyuncuları, rehavete kapılıp oyunu bırakınca Kızıl Yıldız ekibi skoru eşitlese de, elde edilen beraberlik sonucu Manchester United  bir üst tura çıkmayı başardı. Bu büyük olay, Avrupa Futbol camiasında müthiş yankı buldu. Ekip artık rüşdünü ispatlamştı ve Matt Busby, artık bir futbol otoritesi sayılıyordu.

Fakat İngiliz taraftarlar, takımlarını havalimanında karşılamak ve ertesinde bir şölen düzenlemek için saatleri sayarken, acı haber Münih’ten geldi. Belgrad’dan havalanıp, yakıt ikmali için Münih havalimanına iniş yapan Manchester kafilesinin uçağı, motorlardan birinde meydana gelen donma ve yoğun miktardaki kar sebebiyle, kalkışından hemen sonra, havalimanının dış çeperlerine feci bir şekilde çarparak ikiye bölündü. Takım idarecileri, oyuncuları ve gazetecilerin de aralarında bulunduğu 21 kişi, bu feci kazada hayatını kaybederken, takımın menajeri Matt Busby kazadan ağır yaralı şekilde kurtuldu. Fakat geride kalanların sevinci, yaşamını yitirenlerin acısını ve yasını uzun yıllar dindiremedi. Kazada Manchester ekibinden hayatını kaybedenler şöyleydi. Roger Byrne, Tommy Taylor, Mark Jones, David Pegg, Geoof Bent, Eddie Colman, Billy Whelan ve Duncan Edwards. Ülke adeta yasa boğulmuştu. Şunu belirtelim ki, bu 8 kişinin tamamı kaza sırasında ölmemişti. 

             

                Kazadan Sonra Uçak Enkazı

Yaşamını yitirenlerden Duncan Edwards, tam 15 gün boyunca komada kaldıktan sonra  verdiği yaşam mücadelesini kaybetti. İngiliz futbolunun yetiştirdiği en büyük forvetlerden biri olarak anılan Duncan, henüz 22 yaşında hayata veda etmeden önce, Britanya futbolunun gözbebeği olmuştu bile. Kimi otoritelere göre, O yaşasaydı belki bugün Pele’yi konuşmuyor olacaktık.

                 

               Duncan Edwards

Bu vahim kazadan sonra Matt Busby, yoğun tedavi sürecinin hemen ardından takımın başına döndü. Ekip o sezonu, paf takımla tamamlayıp, 9. Sırada bitirebildi. Fakat uzun yıllar, gelecek vadeden ve henüz gençliğinin baharında yaşamını yitiren bu oyuncular unutulmadı. Kazada hayatını kaybedenler, sonraki yıllar, ‘’Busby’nin Bebekleri’’ olarak anıldılar ve Kırmızı Şeytanlar’ın görüp görebileceği en güzel futbolu taraftarlarına sonsuza değin hediye etmiş oldular.

         

         Berabere Biten Kızıl Yıldız Maçından Görüntüler




31 Mart 2020 Salı

Fırtına Rubin Carter'ın Hikayesi





Fırtına Rubin Carter'ın Hikayesi







Kalabalık  Patterson caddesinin başında, gelip geçenleri dalgın bakışlarla izlerken, yapması gerekenin ne olduğuna tam olarak karar verememişti. Belki de düşünmek için biraz daha zamanı olsa, böyle bir şeye bir daha asla yeltenmemek üzere arkasını dönüp, seri adımlarla oradan uzaklaşacaktı. Fakat beklediği adamı köşedeki pastaneden çıkarken görünce, yapması gerekeni hatırladı ve büyük adımlarla hedefine arkadan yanaştı. Hiçbir şeyden habersiz, elindeki turtanın keyfini çıkaran adam, bir anda bacağında hissettiği ani acıdan az sonra yere yığıldı. 12 yaşındaki Rubin Carter, işte bu olaydan sonra, New Jersey Eyalet Çocuk Hapishane’sine gönderildi. Henüz çocuk yaşta, kanunlarla arasına bir uyumsuzluk girmişti ve adalet onun sokağına belki bir daha uğramayacaktı.

Rubin Carter, nam-ı diyar ‘’ Fırtına Boksör ‘’, 1937 yılında ABD’nin batı yakası şehirlerinden New Jersey’de doğdu. Beyaz Amerikalıların ancak, kirli işlerini görmek için uğradığı ve genellikle siyahilerin ve  İtalyan veya  İrlandalı göçmenlerin yaşadığı bir mahallede doğdu. Burada büyüyen çocuklar için, sistem çok fazla şey vaat etmiyordu. Aslında küçük yaştan itibaren suça bulaşmış bir çevrede büyürseniz, size pastadan pek bir pay bırakılmış olmuyordu. İşte bu ortamda, henüz 12 yaşında içeri tıkılan Carter, 6 yıllık gözetim süresinin bitmesine 10 ay kala, bulunduğu tutukevinden kaçtı ve orduya katıldı. Carter’ın boks kariyeri de burada başladı.

Askerdeki bir çavuş, atletik vücut yapısı ve hızlı refleksleri  olan bu gencin, o günlerde çok popüler olan ve iyi para kazandıran boksta başarılı olacağına inandı ve onu çalıştırmak için gönüllü oldu. Carter ise, içindeki öfkeyi ve enerjiyi aktarmak için iyi bir kanal bulmuştu. Yoğun çalışıyordu ve o da tıpkı eğitmeni gibi, en büyük olabileceğine inanıyordu. Daha iyi eğitim almak ve profesyonel bir boksör olmak amacıyla, doğduğu yer olan Patterson’a  geri döndü. O günlerde, ‘’Beyaz ‘’ polisler deyim yerindeyse siyahi avına çıkmışlardı ve sürekli tutuklamalar ve yargısız infazlarla nefes dahi aldırmıyorlardı. Carter da bundan nasibini almış olacak ki, şehre girer girmez tutuklandı ve 10 aylık gözaltından sonra bırakıldı. Carter hapisten salıverildiğinde, kendisini tamamen özgür ve artık seveceği bir ülke olmayan bir vatandaş olarak hissediyordu. 

Hiç zaman kaybetmeden boks antremanlarına geri döndü. Onun hedefinde  dünya boks şampiyonu olmak dışında bir şey yoktu. İlk çıktığı hafif-siklet  4 maçı kazandı. Bu maçlardan ikisini knock-out ile almıştı. 1964 yılına gelindiğinde ise, Carter orta siklet boks şampiyonu olan Emille Griffith ile ünvansız maçı da kazanınca, adı iyiden iyiye duyulmaya başladı. Parlak ve hızlı yumrukları sayesinde, boks dünyası ona ‘’Fırtına’’, İngilizce haliyle ‘’Hurricane’’ lakabını takmıştı. Fırtına Carter, artık  dünya şampiyonluğu için gün sayıyordu. 

Carter aynı zamanda, elde ettiği başarılarla içinde yaşadığı Afro-Amerikan kökenli insanlar için de bir umut kaynağı olmuştu. Yaşanan haksızlıklar karşısında gerçekleştirilen protestolarda en önde yürüyor ve yapılan haksızlıklara açıktan başkaldırıyordu. Belki de bu yüzden, 1966 senesi Ekim ayında, Dünya şampiyonu Dick Tiger ile yapacağı maçta öncesi, bir şeyler içmek üzere girdiği bir bardan ayrıldıktan sonraki gün, barın sahibinin de aralarında bulunduğu 3 kişiyi öldürmekten tutuklandı. Olay neredeyse tamamen düzmeceydi ve tek bir görgü tanığının,’’ içerisinde iki siyahın bulunduğu beyaz bir araba ‘’ ifadeleri, onun ve arkadaşı John Artis’in tutuklanmasına yetmişti.

Mahkemede delil yetersizliğinden ve olaydan yaralı kurtulan kişinin Carter ve arkadaşını teşhis edememesinden dolayı  aklandı fakat daha sonra ortaya  Alfred Bello ve Arthur Bradley adında olayla bağlantısı bulunmayan iki şahit daha çıktı. Ne olduğunu anlamadan, el çabukluğuyla, Carter tekrar tutuklanıp  29 yıl hapse mahkum edildi. Carter, mahkemeden çıkışta öfkesini şöyle dile getiriyordu:     ‘’ Hayatımı Benden Çalmaya Çalıştılar, buna izin vereceğimi sanıyorlarsa yanılıyorlar!!’’

 

‘’Fırtına’’ gerçekten de pes etmedi. Hapishanede mahkum kıyafetlerini giymeyi reddettiği için defalarca hücre cezası yedi ve işkence gördü. Kendini yetiştirmek için, okumaya başladı ve diğer insanlarla irtibatı neredeyse tamamen kopardı. Kendisinden iki çocuk sahibi olduğu eşiyle dahi görüşmek istemedi ve mahkemelerde kendi savunmasını yapmaya başladı. 10 seneye yakın bir zaman sonra,     ‘’16. Raund’’ adını taşıyan otobiyografisini yazdı. Bu kitabı okuyan Bob Dylan, onun adına  ‘’ The Hurricane’’ adlı şarkıyı yazdı ve zamanın parlayan boks yıldızı Muhammed Ali kendisine şartsız destek sundu. Serbest kalması için kampanyalar ve yürüyüşler düzenlendi. Lesra Martin adlı genç bir hukuk öğrencisi, yazdığı kitaptan etkilenerek, kendisi gibi Hukuk okuyan dört Kanadalı arkadaşıyla beraber Carter’ın davasını üstlendi. 


 


19 yıl sonra tekrar açılan davada, Carter’ın cezaevine gönderilmesine sebep olan iki şahidin, aslında hırsızlık yaparken yakalandığı ve cezai indirim almaları karşılığında polis tarafından, Carter aleyhine ifade vermeleri için zorlandığı ortaya çıktı. Tüm bu gelişmelerden sonra, 22 senelik haksız mahkumiyet sonrasında, ‘’Fırtına’’  lakaplı şampiyon boksör Rubin Carter serbest bırakıldı.



 Boks kariyerine devam edemese de, Rubin Carter içinde yaşadığı toplumda vicdanın ve ortak aklın sesi oldu. 2014 yılında vefat edene değin, kendisi gibi haksız yere mahkum edilenlerin dosyalarıyla ilgilenmeye devam etti.